Osmanlıdan günümüze Türk gizli servisleri ve derin yapı
1909’dan 1918’e kadar Enver, Cemal ve Talat
Paşalar ile yönetimde kalan İttihat ve Terakki Fırkası, ilk Türk gizli servisi
olan Teşkilat-ı Mahsûsa’yı kurmuştur. MİT’in de köklerinin uzandığı bu örgüt,
Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar
uzanan yolda yeni adlar alarak kurulan yeni gizli servislerin temelini
oluşturmuştur.
1909’dan 1918’e kadar Enver, Cemal ve Talat Paşalar ile yönetimde
kalan İttihat ve Terakki Fırkası, ilk Türk gizli servisi olan Teşkilat-ı Mahsûsa’yı kurmuştur.
MİT’in de köklerinin uzandığı bu örgüt, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne kadar uzanan yolda yeni adlar alarak
kurulan yeni gizli servislerin temelini oluşturmuştur. Teşkilat-ı Mahsûsa o
dönemin konjoktürel şartları içinde, çete savaşı, casusluk, karşı
casusluk, propaganda faaliyetlerinde bulunan; kaynağını ve köklerini ordu
içinden ve dinamik genç kitlelerden alan bir gizli servistir.
Teşkilat-ı Mahsûsa’nın kuruluş amacı İmparatorluk içinde
ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini
kontrol altında tutmak, dışarıdaki belirli hedeflere karşı sabotajlarda
bulunmak ve Osmanlı toprağında cirit atan bütün yabancı gizli servislerle boy
ölçüşebilmektir. Teşkilatın ideolojisi Pantürkizm’dir. Gerçi İslam Birliği de
hedeflerinden biridir; ancak ana temel, Türkçülüktür. O dönemin ünlü Türkçü
düşünürlerinden Ziya Gökalp’ın hareketinden etkilendiği belirtilir.
Teşkilat-ı Mahsûsa; Balkanlar’dan Doğu Anadolu ve
Kafkasya’ya, Suriye’den Trablusgarp, Mısır, Sudan ve Habeşistan’a kadar geniş
bir coğrafyada etkinliğini sürdürür. Avrupa’da Türkiye ile ilgili konferansları
izler, batılı ajanlarla mücadele eder. Bu derecede geniş bir coğrafyada
mücadele edebilecek bir yapıda teşkilatlanan gizli servis hakkında; başta
Almanlar olmak üzere bazı yabancı gizli servislerle para karşılığı iş yaptığı
iddiaları da ortaya atılmaktadır. Bilhassa Almanya ile yapılan para
alışverişleri iddialara göre 18 milyon dolar civarındadır. Almanlar parayı
verir karşılığında da iş satın alırlar. Bununla beraber Teşkilat-ı Mahsûsa Almanlara
ekonomik kaynakları açısından ne kadar yakınsa, çalışmaları ve ideolojisi
açısından bir o kadar uzaktır. Almanlar, teşkilatı parasal yönden satın
alamamışlardır, asıl kaynak Osmanlı Hazinesi’dir. Teşkilatın asıl amacı kendini
kullandırmak değil, Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmaktır. Almanlar
bu yolda kullanılmak istenen bir araçtır.
Teşkilatın önde gelen yöneticisi Kuşçubaşı Eşref Bey, Sultan
Abdülhamit’in Kuşçubaşı’sının oğluydu. Türkiye’den ayrılmak zorunda
kalan 150’ler listesinde yer aldı. Bu özelliği ile istihbaratçıların
vazgeçilmez kaderi olan kahraman ya da hain olmak tercihleri arasında o dönemde
zorunlu olarak ikinci gruba girdi. Ancak daha sonra 1938’de affedildi ve Türkiye’ye
geri döndü. Kuşçubaşı Eşref Bey, Süleyman Askeri ve Hacı Sami Bey gibi
teşkilatın üst düzey isimleri dışındaki 30 bin kişilik istihbaratçılar ordusu,
yaptıkları görevleriyle ve sırlarıyla tarih oldular.
1918 yılına gelindiğinde, Teşkilat-ı Mahsûsa çok büyümüş
ancak yenilgiye uğramış bir durumdadır. Teşkilatın ülke içinde etkinliğini
sağlayan İttihat ve Terakki, dolayısıyla Enver, Cemal ve Talat Paşalar
yenilginin tek sorumlusu olarak görülmüşlerdir. Bu durum da gizli servisin
kapatılması ile nihayet bulmuştur.
Teşkilat-ı Mahsûsa sonrası 3 Kasım 1918 tarihinde
kurulan yeni gizli servise ‘Karakol’ adının verildiğini görüyoruz. Bu gizli
servisin fikir babaları da İttihatçılar ve Teşkilat-ı Mahsûsa’nın önde
gelen isimleridir. Bu teşkilatın başına Karadeniz Boğaz Komutanı Galatalı
Şevket Bey getirilir.
Dönemin gizli raporları, İngiliz İstihbaratı’nın Orta
Doğu bölgesinde müşterek ve sürekli bir istihbarat faaliyeti içinde bulunmasına
karşı Karakol gizli servisi ile ciddi bir mücadele içine girildiğinin ipuçlarını
vermektedir. Karakol Teşkilatı’nın gizli yönetmeliğinde amaç, yurdun düşman
istilasından kurtarılması olarak belirtilmişti. Örgüt, çeteleri ve halkı
işgalci düşman ordularına karşı silahlandırmış, Anadolu’ya İstanbul üzerinden
silah sevkiyatı için Kocaeli’nde bir merkez oluşturmuştu. Bu çerçevede bütün
faaliyetler büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilecekti. Karakol gizli
servisinde görev alanlar “Siyah bir Türk Bayrağı’na sarılı Kur’an üzerine yemin
ederler.” Bu yemin geleneği gizli faaliyet gösteren bütün Türk örgütlerinde
aynıdır.
Teşkilat-ı Mahsûsa’da olduğu gibi gerektiğinde infaz ve
öldürme geleneği ve inisiyatifi Karakol örgütünde de uygulanmaktadır.
Yönetimden üç kişi öldürülecek kişiyi yargılayıp karar vermekte bu karar
başkanın onayından geçtikten sonra infaz gerçekleştirilmekteydi. Düşmanla
işbirliği yapmak ve Türk’leri imhaya çalışmak, örgütün sırlarını deşifre etmek,
emirleri yerine getirmemek ve şahsi çıkar sağlamak ölüm cezalarını oluşturan
suçlar olarak gözükmekteydi. İstihbarat teşkilatlarının kendi inisiyatifleri ile
“adam öldürme yetkisi kullanması” tartışması Sivas Kongresi’nde gündeme gelmiş
ve Mustafa Kemal tarafından reddedilmişti.
İngiliz İstihbaratı’nın Karakol Gizli Servisine sızarak
Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünün ortaya çıkarılması sonrasında bizzat
Atatürk tarafından faaliyetlerinin zararlı olduğu gerekçesiyle Karakol Gizli
Servisi kapatılmıştı. Daha sonra kısa sürelerle kurulan “Hamza ve Felah
Grupları” oluşumlarının ardından bizzat Atatürk tarafından kurulması istenilen
MİM Teşkilatı (Müsellah Müdafaa-i Milliye) 3 Mayıs 1921’de TBMM’de
resmiyet kazanmıştı.
Teşkilat-ı Mahsûsa, kurulan tüm bu örgütleri derinden
etkilemiş, yöntem ve ilkeleri çalışma prensipleri açısından bu süreçte kurulan
gizli servis veya grupların ilham kaynağı olmuştur. Ancak kurulan bu grupların
büyük bir kısmı gizli servisten çok sokak çetelerini andırır. Mantar gibi bitip
kaybolmaktadırlar. Bu yapılar genelde milis gücü gibi çalışmakta ancak başarı
gösterememektedirler. Ankara Hükümeti, ‘istihbarat karmaşasını’ önlemek
amacıyla ve düşman istihbarat birimlerinin Anadolu’da her türlü kara
propagandayı ve para gücünü kullanarak halkı mevcut otoriteye karşı kışkırtma
çabalarına karşın, ülkenin gizli bir servisinin bulunmamasının, iç ve dış
güvenlik açısından büyük bir zafiyet yarattığı gerçeği ile karşı karşıya
kalmıştı. Üstelik bu sırada ordunun içine sızan ajanlar kara propaganda
yöntemleriyle savaş gücüne darbe indirmeye çalışmaktaydılar.
Bu nedenle Kuvayı Milliye Hareketi’nin öncülüğünde casusluk faaliyetlerinin
etkisiz kılınması ana amaç olmak üzere “Askeri Polis Teşkilatı” kurulmuştu.
Askeri Polis Teşkilatı’nın yaptığı çalışmalar faydalı olmuşsa da yetki aşımı,
lakaytlık, görev bilinçsizliği, gizliliğe riayet etmeme gibi durumlar
yoğunlaşınca, bu teşkilatın faaliyetlerine Genelkurmay Başkanlığı
yetkililerince son verilmişti. Bu kararın alınmasında, TBMM’nin, askeri
istihbaratın geniş ve ölçüsüz yetkileri keyfi kullandığı yönündeki iddiaları
etkili olmuştu.
Bu kez, dönemin Genel Kurmay Başkan’ı Fevzi Çakmak tarafından
gizli olarak, 1926 yılında kurulan MAH Teşkilatı (Milli Amele Hizmet) 1927’de
İçişleri Bakanlığı’na bağlanmıştır. Harf İnkılabı’ndan sonra
teşkilatın ismi Milli Emniyet Hizmetleri olarak değiştirilmişti. Yeni ismin
kısaca MEH olarak telaffuzu gerekiyordu. Bu ise kulağa pek hoş gelmiyordu.
Atatürk’ün emri ile rumuz MAH olarak devam etti.
I. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, yabancı ülke istihbarat
örgütlerinin faaliyetlerinin çok yaygın olarak gözlendiği bir ülke konumuna
gelmişti. Almanlar, İngilizler, Fransızlar, Sovyetler, Amerikalılar istihbarat
faaliyetlerinde ülkemizi üs olarak kullanmışlardı. Almanlar ve İngilizler,
Türkiye’de en iyi istihbarat ağına sahip iki ülke olarak dikkat çekmektedir.
Ancak Ankara, bu yabancı istihbarat servislerinin ülke içindeki istihbarat
faaliyetlerine karşı İKK (İstihbarata Karşı Koyma) anlamında yeterli bir Türk
Gizli Servisi olmaması karşısında o dönemde dünyanın saygın
istihbaratçılarından olan ve Alman gizli servisini yeniden şekillendirerek
genişleten Albay Walter Nikolai ile temasa geçer. Albay Walter gizlice
Türkiye’ye gelir ve Yıldız Sarayı’nda Türk İstihbaratçılarına bir dizi
konferans ve eğitimler verir. Bu konferans ve eğitimlere katılan çekirdek
kadro, 1926 yılında Ankara’ya getirilir ve MAH bu şekilde görevine başlamış
olur. MAH’ın başkanlığına ilk olarak Albay Şükrü Ögel atanır.
Çekirdek kadro içinde askerler ve siviller birlikte çalışmaktadırlar. İçişleri
Bakanlığı’na bağlı olan kuruluş, bütçesini Başbakanlık örtülü ödeneğinden
karşılar.
Çeşitli alanlardaki eksikliklere, ekonomik sıkıntılara rağmen MAH’ın başarısız
bir grafik çizdiğini söylemek mümkün değildir. Hatta bazı olaylarda o derece
etkin olmuştur ki dünyanın kaderini değiştirebilecek gelişmelere yön vermiştir.
Ancak MAH’a yöneltilen en büyük eleştiri ‘içe dönük’ olarak
kullanıldığı iddialarıdır.
1956 yılında, Başbakan Adnan Menderes, MAH ile ilgili dinleme
iddialarını araştırmak üzere Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur’u görevlendirmişti.
Korur araştırmaları sonucunda, Türkiye’ye dinleme istasyonu kuran
Amerikalıların, dinleme servisinde görev alan memurları özellikle de telefon
dinlemesi görevlilerini maaşa bağladıklarını, Menderes’in telefonlarının
dinlenmesi olayının arka planında ise ABD ajanlarının bulunduğunu tespit
etmişti.
Teşkilat, kaynak ve teknik olanaklar bakımından yetersiz
durumdaydı. Bu dönemde Türkiye’yi, ABD ve Batılı gizli servislere bağlayan en
önemli oluşumlar arasında, girilen ittifak ilişkileri ve bağlantıları önemli
bir yer tutmaktaydı. Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak, bu ortak savunma
şemsiyesinin altındaki gizli servisler ile kağıt üzerinde yaptığı
anlaşmalarla büyük bir bilgi akışı koordinasyonunun içinde bulunmaktaydı.
Fiilen de bazı alanlarda istihbarat çalışmaları ortak yürütülmekteydi. Durum
böyle olunca ilişkilerde bağlayıcı faktörler ön plana çıkmış bulunuyordu.
Özellikle de istihbarat alanında teknolojik ve ekonomik üstünlüğü bulunan ABD,
İngiliz, Alman ve İsrail istihbarat birimleri diğer istihbarat birimleri
üzerinde baskın durumdaydılar.
Ankara’da Hacı Bayram Camii civarındaki dar bir sokak içinde iki
katlı 4-5 odalı ahşap binada faaliyete başlayan bu küçük fakat dinamik kadronun
o yıllarda ülke yararına çok faydalı faaliyetlerde bulunduğu ve fonksiyonel
çalıştığı bilinmektedir.
Şeyh Sait isyanı, Kızıl Lazistan çalışmaları, Kürtlerle
Ermenilerin müşterek Hoybon ve Kürt Teali Cemiyeti faaliyetleri,
Gizli Komünist Partisi faaliyetleri, hilafetçi ve saltanatçıların faaliyetleri,
Hatay meselesi ve Çiçero olayı MAH’ın uğraş verdiği konular
arasındaydı.
İnönü karma hükümeti tarafından MAH’ı MİT’e dönüştürecek
hukuki mevzuat hazırlanarak yeni istihbarat örgütünün yasası 1965 yılında,
TBMM’ye sevk edildi. 01.11.1983 tarihinde 2937 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” ile MİT’e yeni bir statü
kazandırılmıştı. Milli İstihbarat Teşkilatı; 1927 tarihinde MAH (Milli
Amale Hizmet) olarak ülkeye hizmete başlayan ve 01.11.1983 tarihinde 2937
sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu” ile
yeni bir statü kazanan ve günümüze kadar ülke ve dünya konjonktürlerine bağlı
olarak devamlı değişen tehdit algılamalarına karşı kendisini yenilemeye
çalışan, bu amaçla teşkilat içinde görev, yetki, sorumluluk ve yeniden
yapılanma ve kendini geliştirme konularında reorganizasyon çalışmaları ile
ülkemize yönelik iç ve dış tehditleri ortadan kaldırmaya çalışan Başbakanlık’a
direkt bağlı bir kuruluşumuzdur.
Türkiye, MİT’in kurulması sonrasında da uzun süre dış istihbarat
açısından Batılı ülkelere bağımlı kalmıştı. Bu bağımlılık daha ziyade, ABD,
Fransa, İngiltere, Almanya ve İsrail gizli servislerine karşı olmuştu. Bu
ülkelerden gelen dış istihbarat çoğunlukla test edilmeden doğru kabul
edilebilmişti.
Geçmiş dönemlerde MİT’in içe dönük çalıştığı, müsteşarların asker
kökenli olması nedeniyle darbeleri hükümete bildirmediği, Soğuk Savaş döneminin
devleti öne çıkaran, katı, komplocu gizlilik içeren konseptinden kendisini
kurtaramadığı, İKK konusundaki yetersizliği yönünde eleştiriler yapıla
gelmişti.
Türkiye’de iç ve dış tehditin “komünizm” olduğu Soğuk
Savaş döneminde Amerikalılar özellikle dinleme alanında Türkiye’yi Ruslara
karşı teknik araç ve gereçlerle donatmışlardı. Bu dönemde MİT’in dış
temaslarında ve İKK mücadelesinde çok başarılı olduğunu söyleyebilmek mümkün
değildi.
İstihbarat jargonunda İKK, “Savaş ve barış zamanlarında Espiyonaj,
Sabotaj ve yıkıcı faaliyetler yoluyla karşı ve yabancı istihbarat servisleri ve
yerli işbirlikçilerinin (Etki ajanı-Nüfuz ajanı) zararlı faaliyetlerinin
tespiti ve etkisiz hale getirilmesidir.”
Küresel çapta ve bazı Batılı ülkelerde İKK faaliyetleri devletin
güvenliği açısından birinci öncelikli tehdit olarak algılanmış, bu amaçla İKK
teşkilat yapılandırılması, Genel İstihbarat Kurumu’ndan ayrı ve özel olarak
düzenlenmiştir.
21. yüzyılda bu ülkeler ulusal güvenliklerine yönelik küresel
tehdit değerlendirmelerini ve bu tehditlere karşı alınacak tedbirleri
düzenleyen İKK faaliyetlerini daha da detaylandırarak, hedef kurumlar
içerisinde ayrı ayrı birimlere yüklemişlerdir.
2937 Sayılı MİT Kanunu’nda yapılması düşünülen ve kamuoyunda
tartışılan değişikliklerle MİT’i Küresel ve Batılı ülke gizli servisleriyle boy
ölçüşecek bir şekilde hukuki alt yapısını güçlendirerek, milli güvenliğimize
yönelik küresel tehditlerin bertaraf edilmesine yönelik İKK ünitesinin
güçlendirilmesi hedeflenmişti.
Geçmişte, yabancı ülke gizli servislerinin ülkemizi
istikrarsızlaşma, kaos yaratma amacı ile espiyonaj, kontrespiyonaj,
yıkıcı ve bölücü faaliyetleri, MİT içinde kurulu bulunan İKK ünitesinin
yetersiz oluşu nedeniyle önlenememişti.
Batılı ülkeler, derin ve gizli yapıları, örtülü psikolojik harp
taktik ve yöntemleri ile bu birimin etkisiz kalmasını sağlayacak şekilde 60,
70, 80 ve 28 Şubat darbeleri öncesinde devlet kurumlarına sızmış yerli
işbirlikçi yapılarını da kullanmak suretiyle, Türkiye’yi darbe ortamına
getirecek Sağ-Sol, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Laik-Antilaik kamplaşmaları ve
kutuplaşmaları yaratarak provokatif siyasi cinayetler ve toplumsal
olaylarla darbelere zemin hazırlamışlardı.
Türkiye’de yapılmış darbelerin tümünde ve darbe girişimlerinde
asıl amaç Türkiye’nin içe kapatılarak Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi
olmasının engellenmesiydi.
Darbelerin anası olarak nitelendirilen 27 Mayıs 1960 darbesinin
asıl sebebi 1955 yılında Türkiye ve Irak arasında, güvenlik ve savunma
işbirliği anlaşmasının, Bağdat Paktı’nın imzalanmasıydı. Menderes’in Türkiye’yi
bağımsız ve bölgesel güç yapma yönündeki çabaları karşısında, 1959’da Irak’ta
gerçekleştirilen darbe ile Bağdat Paktı’nı imzalayan, Kral 2. Faysal darbeciler
tarafından linç edilerek, Adnan Menderes de 1960 darbesi sonrasında asılarak
katledilmişlerdi.
Türkiye uzun yıllar küresel ve Batılı güçlerin oyun kurdukları ve
istihbarat operasyonlarını uyguladıkları bir ülke konumunda kaldı. 2005 yılında
MİT’in 80’inci kuruluş yıldönümünde dönemin Müsteşarı Emre Taner’in de
açıklamasında belirttiği gibi MİT 1990 sonrasına hazırlıksız yakalandı. Batılı
ülkelerin küreselleşme olgusu karşısında güvenlik ve savunma doktrinlerini yeni
iç ve dış tehditlere karşı yeniden dizayn ettiği, Doğu Akdeniz üzerinden
Orta Doğu’da askeri ve ekonomik güç dengeleri ve ittifaklarının kurulduğu bir
dönemde, ülkemizde dış destekli sanal bir irtica tehdit algısı yaratılarak
millet iradesinin gaspına yönelik 28 Şubat gerilimini yaşanıyordu.
Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi 28 Şubat’ta da içe
kapatılarak, Orta Doğu başta olmak üzere dış politika hedef ve stratejilerinde
ciddi anlamda güçsüzleştirilerek etkisizleştiriliyordu.
İsrail’in 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetinin antidemokratik
bir biçimde iktidardan uzaklaştırılmasında darbeci generallerle birlikte
oynadığı rol, bugün tüm detayları ile ortaya çıkmış bulunuyor. MOSSAD’ın darbe
sürecinde MİT ile en üst düzeyde yaptığı “Stratejik İstihbarat” anlaşması ile
Türkiye’de operasyon yapma yetkisine sahip olduğu, MİT’in kozmik odalarına
girdiği yönünde kamuoyunda ciddi iddia ve algı mevcut.
Başbakan Erdoğan’ın son on yıl içinde Orta Doğu’da milli
menfaatlerimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda bağımsız sayılabilecek bir dış
politika vizyonu ortaya koyması, bu bölgeyle ilgili emelleri olan
birçok ülkeyi rahatsız etmişti. Başbakan Erdoğan’ın küresel bir lider ve
aktör olarak, bölgesindeki sorunlarla yakından ilgilenmesi, mazlum Müslüman
ülkelerin yanında yer ve tavır alarak, İsrail ile Filistin sorunu üzerinden
Davos’ta One-Minute çıkışı, Mavi Marmara olayı ve Suriye politikasındaki
net tavrı, BM’nin güçsüz ve zayıf ülkelerin ezilmesi karşısındaki tarafgir
tutumunu eleştirmesi, Türkiye’nin bölgesinde etkin bir güç olma perspektifini
ortaya koyuyordu.
Hakan Fidan’ın müsteşarlığı döneminde ise MİT, siyasi iradenin
desteğiyle dışa açıldı. Üzerinde oyun kurulan bir ülke statüsünden oyun kuran
bir ülke statüsüne geçiş süreci başlatıldı. En önemlisi küresel ve Batılı ülke
gizli servisleri ile ilişki ve diyaloglarda mütekabiliyet esasları çerçevesinde
bağımsız ve aktif bir istihbarat anlayışı ve yapılanmasına gidildi.
Günümüzde 2937 sayılı MİT Kanununda yapılacak değişikliklerin,
ülkemizin ulusal güvenliğine yönelik tehdit oluşturan, dış ülke gizli
servisleri ve yerli işbirlikçilerinin faaliyetlerinin engellenerek deşifre
edilmesi ve yargı önüne çıkarılmalarına yönelik İKK birimlerinin, Batılı ülke
gizli servisleriyle boy ölçüşebilecek şekilde hukuki alt yapı ve teknik donanım
ve lojistik destekle güçlendirilmek istendiği açıkça görülüyor.
Ayrıca, MİT’e Bakanlar Kurulu kararı ile dış operasyon yetkisi
verilerek, Türkiye’nin sert güç kullanma stratejisi doğrultusunda “caydırıcı
gücünün” arttırılmasının hedeflendiği de anlaşılıyor.
26 Şubat 2014 tarihli MGK’da, Ulusal Güvenliğimizi tehdit eden
yapılanmalar ve faaliyetlerin görüşüldüğünün açıklanması, MİT’in İKK ünitesinin
güçlendirilmesine yönelik 2937 sayılı kanunda yapılması beklenen
değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde, Yeni Türkiye’nin bağımsızlık ve
istiklal mücadelesinde son ayak bağı olan paralel yapı ve diğer yapılanmaların
bitirilmesine yönelik devlet kararı alındığı anlaşılıyor.
“Şer zannettiğiniz şey sizin için hayır olabilir” ayet-i
kerimesinde (Bakara Suresi, Ayet: 216) açıklandığı üzere, ülkemizi kaos ve
istikrarsızlığa sürüklemek isteyen NEOCON-AİPAK çetesi ve yerli işbirlikçi
paralel yapıyı zor günler bekliyor.
Yeni MİT Kanunu ile ilgili olarak, AK Parti milletvekilleri İdris
Şahin ve Alpaslan Kavaklıoğlu tarafından, Devlet İstihbarat Hizmetleri ve MİT
Kanununda değişiklik yapılmasına dair yasa teklifi, yerel seçimler öncesinde
kamuoyuna açıklanarak TBMM Başkanlığına sunulmuştu. Teklifin yasalaşması ise,
kamuoyunda ulusal güvenlik politikaları ve stratejilerinin tamamen güvenlikçi
bir perspektife indirgenmeden, demokratikleşme parametreleri ve reformları göz
önüne alınarak, özgürlük ve güvenlik dengesi korunarak, toplumda tartışılması
suretiyle geniş katılımcı bir toplumsal mutabakatın sağlanması ve kamuoyu
tarafından benimsenmesi amacıyla seçim sonrasına ertelenmişti.
Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde paralel devlet
yapılanmasının desteğinden umduğunu bulamayan, muhalefet partileri, TBMM Genel
Kurulu’nda görüşülmesine başlanan, MİT Yasası teklifine kamu yararı ve milli
güvenlik açısından katkı sağlayacak yeni teklif ve yapıcı eleştirilerde
bulunmak yerine, siyasi ve ideolojik bakış açısı nedeniyle, Başbakan Erdoğan ve
MİT’i hedef alan inanılmaz, asparagas haber ve kara propaganda
içerikli iddiaları ortaya atmayı tercih etmişlerdi.
Bu iddiaların en önemlisi son kanun değişikliği ile MİT’e iç
operasyon yetkisi verildiğine yönelik dezenformatik gazetecilik ürünü
haberin, hükümeti ve MİT’i hedef alacak şekilde analiz ve tartışma
programlarında, akademisyen veya gazeteciler tarafından dile getirilmesiydi.
İç İstihbaratın evrensel olarak, paradigması sayılabilecek
en önemli kuralı ve stratejisi; operasyon güvenliği açısından, istihbaratı alan
ve operasyonu yapan birimlerin farklı ünitelerden oluşmasıdır. Emniyet
müdürlüklerinde istihbarat birimleri veya MİT tarafından organize edilen planlı
istihbarat operasyonları, suçun türüne göre terörle mücadele veya KOM şube
müdürlüklerince icra edilmesi sanırım bu kuralın nasıl işlediğine yönelik
açıklayıcı bir örnektir.
MİT’e yeni kanun taslağında verilen iç operasyon yetkisi yalnızca
‘Casusluk suçlarında ve devlet sırrının ifşasında’ söz konusudur. MİT’in görev
ve yetki açısından hukuki sınırları, yeni yasada çerçevesi çizilerek, açıkça
belirtilmiş ve dış istihbarat vurgusu yapılmıştır.
MİT’in görev tanımı ve sahası dış istihbarata ilişkin siber
güvenlik, terörle mücadele ve ülke içine sızmış veya sızmaya çalışan başka
ülkelerce ajanlaştırılmış casusluk faaliyetlerinin, (İKK) deşifre
edilerek yargı önüne çıkarılması ile sınırlandırılmıştır. Türkiye’nin caydırıcı
gücünü arttırmak gayesiyle terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin
konularda, Bakanlar Kurulu kararıyla, MİT’e dış operasyon yetkisi verilmesi
ulusal güvenliğimiz açısından önemli ve yerinde bir karar olmuştur.
Kanun taslağında yer almayan ancak kamuoyunda yapılan
tartışmalarda haklı olarak eleştirilen, MİT’in şeffaf, denetlenebilir ve hesap
verilebilirlik açısından, parlamento denetimine tabi olmasına yönelik ek bir
maddenin ekleneceğinin açıklanması, MİT Yasası üzerinden Başbakan Erdoğan
aleyhine kişilik suikastı düzenlemeye çalışan paralel yapının etki ve nüfuz
ajanlarının faaliyetlerini bir nebze olsun etkisiz kılabilmiştir.
Paralel Yapı’nın yeni yasa ile “özel hayatın gizliliğinin ihlal
edileceği, MİT’in istisnasız herkesin telefonlarını legal veya illegal
dinleyebileceği, sınırsız ve geniş yetkilerle donatıldığı yönünde kamuoyunu
yasanın aleyhine yönlendirerek kışkırtmaya yönelik, dezenformasyon faaliyetlerinin
sırrı, kanun tasarısının 8. maddesinde belirtilen, İKK faaliyetlerinin
güçlendirilmesini engellemeye yönelik olduğu anlaşılıyor.
Yeni MİT Yasası taslağının, yerel seçimler öncesinde kamuoyuna
açıklanması ve kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması sonrasında, 30 Mart
yerel seçimlerinde AK Parti’nin 2009 seçimine kıyasla oylarını 7-8 puan
arttırmış olması bir anlamda, MİT Kanunu’nun, Türkiye halkı tarafından, reform
niteliği taşıdığı ve Batılı ülke gizli servislerinin yetkileri açısından daha
demokratik düzenlemeler içerdiği gerçeğinin kavrandığı, benimsendiği ve kabul
gördüğünün önemli bir göstergesi olarak görünüyor.
Milli İstihbarat Teşkilatı’nı çağın gereklerine uygun hale
getirilmesi ve diğer istihbarat teşkilatlarının imkan ve
kabiliyetlerine kavuşturulabilmesi için hazırlanan yeni kanun taslağının,
Türkiye’nin Orta Doğu ve dünyada söz sahibi olmasını istemeyen kolonyalist
ülkeleri rahatsız ettiği aşikar. Ancak bağımsız ve güçlü bir Türkiye’nin dış
dünyada caydırıcı gücünü arttırarak elini güçlendiren, batılı istihbarat
servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifinin ülke içinde, dışarıyla
iltisaklı hangi güç odaklarını rahatsız ettiği bir o kadar önemli ve o kadar
açık görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder